Bu Blogda Ara

15 Aralık 2020 Salı

DOĞAL ANARŞİZM, ÖZE DÖNÜŞ

DOĞAL ANARŞİZM, ÖZE DÖNÜŞ

Bundan birkaç asır önce insanlar şimdikine göre daha doğal, daha normal, daha sağlıklı, daha mutlu idi.

Evet, savaşlar vardı. Barbarlık vardı. Orman kanunları geçiyordu. İnsan ömrü çok da uzun değildi, kırk yaşında bir adam artık yaşlı bir adam sayılıyordu. Hastalıkların çoğunun çaresi bilinmiyordu, hatta hastalıkların da çoğu bilinmiyordu. Mesela kanser bilinmiyordu, "Küt diye öldü!" diyorlardı ölenin arkasından.

Ama yine de günümüze göre durum daha iyiydi. Günümüzdeki durum da birkaç asır sonrasına kıyasla daha iyi, bundan emin olun.

Gelişim, teknoloji gibi kavramların birer tuzak olduğunu artık görmek gerek. Sistemi öyle bir kurmuşlar ki köle olarak doğuyorsunuz, ananız ve babanız da zaten köleydi, onların anaları ve babaları da köleydi, sizin çocuklarınız da köle olacaklar. Buna dur demezseniz bu böyle devam edip gidecek. Sistem dışına çıkmak mangal gibi yürek ister.

Kısa, özet olarak anlatmaya çalışacağım. Yine de size göre uzun bir anlatım olabilir, sıkılırsanız okumayın. Umurumda bile olmaz.

Kölelik bitmedi. Sadece adı değişti. Birkaç asır öncesinden daha şiddetli bir şekilde devam ediyor. Hepiniz birer kölesiniz. Hayır, siyasetçilerin kölesi değilsiniz, onların da yönetenleri var. Siyasetçiler işin kalfası. Seçme özgürlüğünüz falan yok. Seçme özgürlüğünüzün olduğunu düşünebilesiniz diye demokrasi, seçim gibi kavramlar var. Bunların hepsi uydurulmuş saçmalıklar. Tıpkı dinî inançlar gibi, hepsi uydurulmuş bir yığın saçmalık.

Daha da ileri gideyim, bundan birkaç bin yıl öncesinde insanlar en mutlu şekilde yaşıyorlardı. Hatta daha da uzun zaman önce, insanlar taşları yontup mağara duvarlarına o günkü avlarının resimlerini basit kök boyaları ile aktarırlarken inanılmaz mutluydular. Kıçlarında don bile yoktu. Ayıp diye bir kavram yoktu. Yapacağınız iş de belliydi: Kabilenin şamanı olmak, ava çıkmak, yenebilir bitkilerden ve meyvelerden toplamak... Sadece bu. Bunlar için saçma sapan eğitimler görmenize, sınavlara girmenize falan da gerek yoktu. Neyseniz o idiniz. Basitti her şey. Şimdi öyle mi? En dandik memurluğa kavuşabilmek için yıllarca okuyup, yüzlerce saçma sınava girip, bin tane herifin ağız kokusunu çekmek zorundasınız.

Din diye bir şey yoktu. Doğaya özdeş birkaç şeye inanıyorlardı, o kadar. Şamanlar, Paganlar halen öyle. İnanç konusunda doğayı baz alırlar. Ben de onlardanım. Bir anlamda Türk Paganizmi diyebileceğim Tengricilik inancının mensuplarındanım. Doğruyu, kurtuluşu, kaçışı, özgürlüğü doğada arayanlardanım.

Memurluk köleliktir. Öğretmenlik, doktorluk, kolluk, devlet memurluğu köleliktir. Sizler, yani kamu çalışanları, birileri rahatını sürdürebilsin diye varsınız. Varlık nedeniniz sadece bu. Bunun dışında hiçbir değeriniz yok sistem için.

Çözüm nedir bilmiyorum. Ama teşhis bu.

Sadelik, doğallık, doğaya uyum şart. Kurtuluş bu yoldan geçiyor. Buna inanıyorum.

Buna bir çeşit devrimcilik de diyebiliriz.

İlkel devrimcilik, doğal anarşizm, doğaya özgü devrimcilik, öze dönüş, adına ne diyorsanız deyin.




16 Eylül 2020 Çarşamba

TEDBİR ALANLAR NEDEN HASTALIĞA YAKALANIYOR?

TEDBİR ALANLAR NEDEN HASTALIĞA YAKALANIYOR?

Covid-19 hakkında bir uyarıda bulunmak istiyorum. Bunu bir görev olarak kabul ediyorum. İster dikkate alırsınız, ister almazsınız. O kendi bileceğiniz iş. Ben uyarayım da gerisini paşa gönlünüz bilir.


Biraz uzun bir yazı olabilir, okumanızı ve değerlendirmenizi gerçekten isterim.

Bu arada, bu yazı kopyala-yapıştır değil. Han Mergen olarak bizzat sizler için yazdığım bir bilgilendirme metni.

Sözü uzatmayayım.

Geçenlerde arkadaşlarla muhabbet ediyoruz. Biri dedi ki; "Bir amca vardı, yalnız yaşıyor. Evinden dışarı çıkmıyor. Çok da titiz, dikkatli biri. İhtiyaçlarını komşuları sağlıyor. Market alışverişini falan komşuları yapıyor. İlginçtir, bu amca evden hiç çıkmamasına rağmen koronaya yakalandı."

Arkadaşımın söylediği şey buydu. Evden dışarı hiç çıkmayan biri koronaya nasıl yakalanıyor, buna şaşırıyordu. Bunun cevabını paylaşımımın en sonunda vereceğim. Lütfen dikkatli bir şekilde okuyun.

Şahsen tanıdığım insanlardan da koronaya yakalananlar oldu. Ve bu insanlar, zorunlu olmadıkça evlerinden dışarı çıkmıyorlar. Evden dışarı çıktıklarında ise maske takıyorlar, sosyal mesafeye dikkat ediyorlar. Hijyen konusunda ciddi anlamda önem veriyorlar. Ama ne hikmetse koronaya yakalanıyorlar.

Asıl konuya geçmeden önce koronavirüsün farklı yüzeylerde ne kadar zaman tutunabildiği hakkında sizlere bilgi aktarmak istiyorum.

Bu virüs, karton yüzeylerde en az bir gün boyunca aktif kalabiliyor.

Plastik yüzeylerde ve metal yüzeylerde en az üç gün aktif kalabiliyor. Bu süre beş güne, bir haftaya çıkabiliyor. Hatta sıklıkla on gün kadar aktif kalabildiğine dair bulgular mevcut.

Cam yüzeylerde en az bir hafta aktif kalabiliyor.

Ahşap yüzeylerde en az 4 gün aktif kalabiliyor.

Nemli olan kuru yüzeylerde en az bir hafta aktif kalabiliyor.

Kumaş yüzeylerde aktif kalma süresi, kumaşın türüne göre değişkenlik gösteriyor. Yün ve pamuk gibi doğal kumaşların ipek ve sentetik kumaşlara göre daha uzun süre virüs barındırılabileceğine dair bulgular var. Polonya'da yayın yapan Medycyna Pracy dergisinde 2015 yılında bu konuda bir araştırma yayımlanmıştı.

Bunlar elbette çeşitli yüzeylerde en az kalma süreleri. Yani mesela plastik yüzeylerde en az üç gün kalabildiğini, bu sürenin bir haftaya çıkabildiğini söylemiştim, bu süre çok daha fazla uzayabiliyor.

Şimdi gelelim asıl konuya... Lütfen dikkatlice okuyun.

O kadar tedbire ve titizliğe rağmen, maske-mesafe-hijyen kuralına uymalarına rağmen insanların neden koronaya yakalandıklarını anlatayım.

Bundan bir zaman önce gerek yazarak gerekse video çekerek sizlerle paylaşmıştım aslında. Ama hatırlatmak zorundayım. Bunu uygulamak zorundasınız. Yani sadece maske, mesafe ve el hijyeni durumu ne yazık ki kurtarmıyor.

Birinci önemli nokta: Biz dışarı çıktığımızda ve sonra eve girdiğimizde üstümüzdeki tüm kıyafetleri çamaşır sepetine veya çamaşır makinesine atıyoruz. Yani yarım saat önce yıkanmış ve kurutulmuş bir kıyafet bile giyip dışarı çıksak da hiç fark etmiyor. Bir kere dışarı çıktığımızda o kıyafet eve geldiğimizde kesinlikle çamaşır sepetine veya çamaşır makinesine atılıyor. Bu konuda hiçbir şekilde ödün vermiyoruz.

Çoğu insan, "Yahu ben bu kıyafetimi daha bugün giydim, ne kadar kirlenmiş olabilir ki?" diye düşünüyor ve dışarıda kullandığı kıyafetiyle evinin salonunda, mutfağında oturuyor. Dolayısıyla, kıyafetine yapışan virüsü de evine sokmuş oluyor.

İkinci önemli nokta: Dışarıda bir saat zaman geçirsek bile, eve geldiğimizde mutlaka banyo yapıyoruz. Sırayla banyo yapıyoruz. Birbirimizi bekliyoruz. Mesela eşim banyodayken ben aşağıda oyalanıyorum (genelde arabanın içinde telefonumla falan oynuyorum). Eşim banyodan çıktıktan sonra beni arıyor ve "Ben banyodan çıktım, sen de gelebilirsin." diyor. Ben de ondan sonra eve çıkıyorum ve banyomu yapıyorum. Bu konuda da hiçbir şekilde ödün vermiyoruz.

Çoğu insan dışarıdan eve gelince sadece elini, yüzünü yıkamakla yetiniyor. Bu son derece yanlış. Koronaya sebep olan virüs saçlarınıza da bulaşabilir, sakalınıza da bulaşabilir, kaşınıza da bulaşabilir, kirpiğinize de bulaşabilir. Kulağınıza bulaşabilir. Yani dışarıdan eve gelince banyo yapmak en fazla beş on dakikanızı alacaktır. Üşenmeyin.

125 nanometre boyunda olan, normal mikroskoplarla görüntülenemeyen, ancak bazı özel teknikler kullanarak elektron mikroskoplarıyla görüntülenebilen bir virüsten bahsediyoruz. Nanometre hakkında kısa bilgi vereyim, 1 milimetre, 1.000.000 nanometreye eşittir. Bu virüs, sadece 125 nanometre boyunda.

Üçüncü önemli nokta: Biz dışarıda kullandığımız şeyleri portmantodan öteye almıyoruz. Mesela dışarıda kullandığımız cüzdan, çanta, çakmak vesaire gibi şeyler evimizin giriş kapısının hemen yanında bulunan portmantodan öteye geçemez. Dışarıda da kullanmak zorunda olduğumuz cep telefonu gibi şeyleri ise kolonyalı bir bezle güzelce temizledikten sonra evde kullanırız. Bu konuda da hiçbir ödün vermiyoruz.

Çoğu insan dışarıda kullandığı çanta, cüzdan, çakmak gibi şeyleri evlerinde salona ve hatta mutfağa kadar sokuyorlar. Cep telefonlarını temizlemeden salona ve mutfağa sokuyorlar. Yani hastalık unsurunu evlerinin içine kadar sokuyorlar. Tahmin edersiniz ki hastalık unsurunun bulaşabildiği şeyler evin ortasına kadar sokulduğunda bu durumda el kol yıkamak da pek kâr etmiyor.

Dördüncü önemli nokta: Biz normalde de misafir seven bir aile değiliz. Bu süreçte ise hiç kimseyi (kim olurlarsa olsunlar) evimize sokmuyoruz. Yani darılmaca gücenmece yok, çünkü bu işin şakası yok. İnsanların yani tedbir almadıklarını düşünüyoruz. Yani maske, mesafe ve hijyen bir yere kadar... İnsanlar gerçek anlamda tedbir almıyorlar. Sadece kolluk kuvvetlerinin keseceği cezalarla muhatap olmayacak kadar tedbir alıyorlar, o kadar. Yani yaptıkları şeyin sadece adı tedbir.

Beşinci önemli nokta: Bu, sizlere biraz önce bahsettiğim, evinden hiç dışarı çıkmayan, alışveriş işlerini tanıdıkları yapan ama bu kadar önleme rağmen koronaya yakalanan amcanın durumunu açıklayacak maddedir. Biz alışveriş yaptığımızda (özellikle de mutfak alışverişi), aldığımız ambalajlı ürünleri deterjanlı suyla yıkıyoruz. Bir paket kaşar mı aldık? Kaşar paketini deterjanlı suyla yıkıyoruz. Bir kavanoz reçel mi aldık? Reçel kavanozunu deterjanlı suyla yıkıyoruz. Diğer yıkanabilir şeylerin hepsini yıkıyoruz. Yıkanamayacak şeyleri (tuz, şeker veya un gibi) önceden hazırladığımız temiz kaplara, paketini değdirmeden boşaltıyoruz. Bu şekilde uygulama yaptıktan sonra elimizi kolumuzu güzelce yıkıyoruz, gerekirse banyo yapıyoruz.

Çoğu insan (tanıdıklarımdan da biliyorum) alışverişten sonra ürünleri yıkamadan, direkt kullanıyorlar. Marketlerde birçok insan ürünlere ve paketlere dokunuyor. Öksürüp dokunan var, hapşurup dokunan var, burnunu karıştırıp dokunan var, tuvaletten sonra elini yıkamadan dokunan var, kıçını kaşıyıp dokunan var, paraya elledikten sonra dokunan var, var oğlu var... Yani o ürünleri yıkamadan veya temiz bir kaba dikkatlice boşaltmadan yemek masanızın veya mutfak tezgâhınızın üstüne koymanız; o hastalık unsurunu (koronavirüs de dâhil) sofranıza kadar sokmuş oluyorsunuz.

Çoğu insan alışverişten sonra, aldıkları ürünleri balkonda bir iki gün bekletiyorlar. Bunun yeterli olduğunu sanıyorlar. Ve poşetleri bir daha bir daha kullananlar oluyor. Benim tanıdığım birçok aile bunu uyguluyor. Biraz önce bahsettiğim, koronavirüsün çeşitli yüzeylerde aktif kalma sürelerini hatırlayın. Dışarıdan eve getirilen şeyleri temizlememek, bir süre balkonda bekletmek; hayatınızla kumar oynamaktan ve cahillikten başka bir şey değil. Tanrı göstermesin, hastalığı kapıp da yoğun bakıma kaldırılırsanız, nefes almaya çalıştığınız ve bir soluk için servetinizi dökebileceğiniz sırada "Keşke adam gibi tedbir almış olsaydım." diye düşüneceksiniz ama belki de iş işten geçmiş olacak.

Anlatacaklarım bunlar.

Bunlar size abartı gibi gelebilir. Ve inanın, dalga geçmiyorum. Biz bu salgın sürecinden önce de bunu uyguluyorduk.



25 Ağustos 2020 Salı

SÜRÜ BAĞIŞIKLIĞI!

 SÜRÜ BAĞIŞIKLIĞI!

Covid-19 salgını için sürü bağışıklığı denen saçmalığı yaymaya çalışan herifler var. Her geçen gün, “Sürü bağışıklığı… İlla hepimize bulaşacak. Bu salgının bitmesi için herkese bulaşması gerekiyor.” diyenler artıyor. Hükümetlerin aslında sürü bağışıklığı uyguladığını, doğrusunun da bu olduğunu iddia edenler var.

Sürü bağışıklığı; çeşitli nedenlerle maske takmak istemeyen, hijyen konusunu iplemeyen, sosyalleşmeden duramayan heriflerin uydurdukları bir şeydir. Sürü bağışıklığı Covid-19 gibi virüslerde uygulanamaz.

Hadi gidin, AIDS için de sürü bağışıklığı sağlayın, HIV kapmış biriyle birlikte olun, belki ona da bağışıklık kazanırsınız!

Bu ne kadar mantıksız ve ahmakçaysa, aynı durum Covid-19 için sürü bağışıklığını savunmak da mantıksız ve ahmakçadır.

Madem sürü bağışıklığı şart, madem bu salgının bitmesi için virüsün herkese bulaşması gerekiyor, çıkarın o zaman maskenizi, yiyor mu? Sadece burnu aktığında bile geceleri uykunuzun kaçmasına neden olacak kadar sizi endişelendiren çocuğunuzu alın, karantina altında olan insanların yanına götürün ve o insanların çocuğunuza sarılmalarına izin verin. Veya Covid-19 nedeniyle yoğun bakımda tutulan hastaların yanına çoluk çocuğunuzla birlikte gidip özçekim yapın. Yiyor mu?

Tahmin ediyorum, yemiyor!

O halde?

Birazcık kafası çalışan bir insan, sürü bağışıklığı diye bir uygulamanın olmadığını görür. Hükümetler bunu yapmamaktadır. En azından ülkemizin başındakiler bunu yapmamaktadırlar (şükür ki). Çünkü sürü bağışıklığı uygulamaya kalkışıp salgının artmaması için bir sürü önlem almaya çalışmak birbiriyle çelişir durumlardır.

Ayrıca, sürü bağışıklığını savunmak tabiri caizse faşizmdir. “Ölen ölsün, kalan sağlar bizimdir!” anlayışıdır. Bu hiçbir vicdana, mantığa sığmaz. İşinize gelmeyince milliyetçiliğe karşı çıkarsınız ama bir sürü insanın ölümüne sebep olabileceğinizi farkında bile değilsiniz. Bir de hümanizmden bahsedersiniz. Hem de ne için? Sırf maske takmayı reddeden, pislikten rahatsız olmayan ve sosyalleşmeyle kafayı bozan geri zekâlıların saçmalıklarını savunarak...

Hadi diyelim ki iyice delirdiniz ve kronik hastalıkları olan insanların ve yaşlı insanların ölmelerini istiyorsunuz ve gezegenin nüfus anlamında biraz rahatlayabileceğini düşünebilecek kadar manyaklaştınız…

Peki, hiçbir kronik hastalığı bulunmayan gencecik ve sapasağlam insanların Covid-19 virüsü kapıp ölmelerine ne diyorsunuz? Veya yaşı 80’i geçmesine rağmen hastaneden davul zurnayla taburcu edilenlerle ilgili fikriniz nedir?

Kırk küsür yaşında bir herifim. Ömrüm boyunca birçok aptalca düşünceyle karşılaştım. Ömrüm boyunca birçok aptalca eyleme şahit oldum. Ömrüm boyunca bir sürü geri zekâlıyla karşılaştım. Ama bu sürü bağışıklığı fikri şu ana dek duyduğum en aptalca ilk birkaç fikir arasındadır ve kafadan ilk üçe oynar (FAY hattının geçtiği yere nükleer santral kurmaya kalkışmak fikriyle kıyasıya yarışır).



9 Haziran 2020 Salı

İKİNCİ DALGA

İKİNCİ DALGA

Covid19 salgını tüm dünyayı sardıktan sonra İtalya'nın halini hatırlıyor musunuz?

Hastanelerin yoğun bakım üniteleri dolup taşıyordu.

Morglarda cesetler üst üsteydi.

Hastane koridorlarında ölülerle diriler yan yanaydı.

Geride kalanlar da tam anlamıyla evlerine hapsolmuşlardı.

Tıbbi malzeme sıkıntısı en üst düzeydeydi.

Buna rağmen İtalya'da olağanüstü hal ilan edilmişti. Ülke çapında bir karantina durumu söz konusuydu. Gezip tozmayı bırakın, alışveriş gibi zorunlu durumlar için bile dışarı çıkmak izinle oluyordu.

Birkaç ay önceki İtalya'dan bahsediyorum.

Şimdi ise 1 Haziran 2020 itibarıyla normalleşme diye bir şeyden bahsediliyor.

Ülkemizde birçok insan virüs salgını bitmiş gibi hareket ediyor.

Kafeler, lokantalar tıklım tıklım.

Sokaklarda insanlar yan yana.

Sosyalleşme adı altında bir sürü insan bir araya geliyor ve özçekim yapıp sosyal medya ortamlarında paylaşıyorlar.

Maske falan yok hiçbirinde. Sosyal mesafe kuralı zaten yok.

İtalya'nın birkaç ay önceki halinden çok daha kötü bir durum yaşayacağımızı düşünüyorum.

Umarım yanılıyorumdur da geri zekâlı ve korkak durumuna düşerim ama hiç sanmıyorum.

Bizim ülkemizde olağanüstü hal falan uygulanmaz. Çünkü yeterli kaynak yok.

Birkaç aya kalmayacak ve bilim/kurgu filminden korku/gerilim filmine giriş yapacağız.

Ve buna aramızdaki cahil, sorumsuz, aptal insanlar sebep olacak.

İkinci dalga çok korkunç olacak. İnanılmaz korkunç olacak.

Bu kafayla devam ederseniz (yani virüs salgını bitmiş gibi davranmaya, sosyal mesafe kuralını hiçe saymaya, maske takmamaya, sosyalleşme adı altında bir araya gelmeye devam ederseniz) en yakınlarınızın bile gözünüzün önünde çırpına çırpına öldüklerine şahit olacaksınız yakın bir zamanda.

Dediğim gibi; umarım ben yanılıyorumdur da geri zekâlı ve korkak durumuna düşerim.

Ben şahsen, Mart 2020'den itibaren uyguladığım duruma devam edeceğim.

Ne mi yapacağım?

Zorunlu haller dışında evden çıkmayacağım. Evden çıkmak zorunda kaldığımda ağzımı ve burnumu çift katlı maskeyle kapatacağım. Kafamda bandana olacak. Banka gibi ortamlara gitmem gerektiğinde ellerimde tek kullanımlık eldiven olacak. Ve gerekirse yüzümde siperlik olacak. Yanımda da küçük dezenfektanlardan bulunduracağım. Her alışveriş sonrasında (paraya veya bir şeylere dokundutan sonra) ellerimi dezenfekte edeceğim.

Eve geldiğimde, aldığım ambalajlı ürünleri sabunlu suyla yıkayacağız. Yıkanması mümkün olmayan şeyleri (un gibi şeyleri mesela) önceden hazırladığımız temiz kabın içine dikkatlice boşaltacağız.

Telefonumu kolonyalı bezle dezenfekte edip evde kullanacağım. Bütün kıyafetleri çamaşır makinesine atacağım ve banyo yaptıktan sonra temiz ev kıyafetlerini giyip salona geçeceğim.

Fazla pimpirikli olduğumu düşündüğünüzün farkındayım.

Önümüzdeki zamanlar içinde hangimizin haklı olduğumu hep birlikte göreceğiz.


31 Mayıs 2020 Pazar

İNTERNETİN BOKU ÇIKTI!

İNTERNETİN BOKU ÇIKTI!

İnternette şu "bildirim" olayına, sahte haberlere gerçekten yaptırımlar, yasaklar gelmeli. SEO uygulamasından da bir an önce vazgeçilmeli.

Mesela haber okumak istiyorum, bir haber sitesine gireceğim. O bildirimi kapat, bu bildirimi kapat, şu bildirimi kapat... Bir saat bununla uğraşıyorum.

Sosyal medya siteleri de aynı... Bildirim al, bildirim alma, bildirim, bildirim, bildirim...

Mobil uygulamalar da aynı halt! Bildirim al, bildirim gönder, bildirim ayarları, bildirim Allah bildirim!

Ne bildirimmiş arkadaş! Lan ne meraklıymışsınız bildirim göndermeye!

Bundan on yıl kadar önce televizyon izlemeyi bıraktım. Yani yanımda biri televizyonu açarsa yandan falan bakıyorum biraz. Ama kanalları bilmem. Televizyon programlarını, sunucuları falan bilmem.

İnanmayacaksınız belki ama söyleyeyim, ben televizyonu açıp kapatmayı da bilmiyorum. Televizyon kumandasını kullanmayı unuttum, yıllar oluyor. Sesi nereden açılır, nereden kapanır, kanal nasıl değiştirilir, televizyon nasıl açılır ve kapanır; bilmiyorum. Şaka değil.

Televizyon izlemeyi tamamen bırakmamdaki tek sebep, filmlerin en heyecanlı yerinde lap diye giren saçma sapan reklamlardı.

Ve öfkelenip televizyon izlemeyi bırakmıştım. Öyle böyle bir öfke değil, televizyonda babam çıksa ben yine televizyon izlemem.

Ama internetteki bildirim muhabbetine bakıyorum da, televizyonda yırtık dondan çıkar gibi çıkan reklamlar bile daha sevimli geliyor.

Yakında interneti bırakabilirim.

Tamamen...

Yani Facebook, Instagram vesaire hesaplarımı silebilirim (geçici olarak dondurmaktan değil, tamamen silmekten bahsediyorum).

Bana ait birkaç internet sitesini tamamen kapatabilirim. İnsanların yararlanmaları veya ziyaret etmeleri umurumda bile olmaz.

E-posta bile kullanmayabilirim.

Hatta akıllı telefonu rafa kaldırıp telefonu sadece telefon olarak kullanmaya başlayabilirim, bundan on küsür yıl önceki gibi.

E-posta adresi vermeden kullanılamayan hiçbir hizmeti kullanmamaya kararlı olarak hem de.

Hiç şakam yok.

İnternetin iyice boku çıktı.

Haber siteleri başta olmak üzere internetin boku çıktı.

Bir haber başlığı görüyorsun, "Ünlü oyuncu hayatını kaybetti!" diye yazıyor mesela. Kim öldü ki lan deyip tıklıyorsun, Portoriko'nun bir kasabasında yaşayan ve Portorikoluların bile doğru dürüst tanımadığı bir tiyatrocu ölmüş... Allah rahmet eylesin de bana ne babasını satayım? Sırf insanlar tıklasın, bunlar da hitlerini arttırsın diye böyle başlıklar atıp hepimizi geri zekâlı yerine koyuyorlar.

Aslında bu hep Google'ın bok yemesi!

Google yıllar önce SEO diye bir şeyi uygulamaya koydu. Tam açılımı "Search Engine Optimization" oluyor. Buna göre çeşitli algoritmalar var ve insanlarla firmalar internet sitelerini arama motorunun botlarını çekmek için çeşitli kalıp cümleler koyuyorlar sitelerinin orasına burasına. Dolayısıyla bu kirliliği yaratan Google'ın bizzat kendisi.

Kısaca şu: İnsanlar veya firmalar internette ziyaretçi sayılarını arttırmak için SEO teknolojisini kullanıyorlar. Arama motoru botlarını çekmek için de başlıkları ilgi çekici hale getiriyorlar. Başlıktaki vuruculukla içerikteki paylaşımın birbirini tutmasına hiç gerek yok.

Uzun uzun anlatmak istemiyorum, SEO nedir diye araştırıp kendiniz öğrenin.

Mesela şöyle oluyor: İnternette bir haber sitesinde "Falanca hastalığa kesin çözüm!" diye bir başlık görüyorsunuz. Merak edip tıklıyorsunuz. Karşınıza "Falanca hastalığa kesin çözüm!" yazısı çıkıyor. Ekranda aşağı doğru iniyorsunuz, "Bu hastalık şöyle bir hastalık..." diye başlayan yazı devam ediyor. Hastalığın belirtileri yazıyor, nasıl bulaştığı yazıyor, risk grubundaki insanlar hakkında yazıyor, en çok hangi ülkelerde görüldüğü yazıyor, hastalığa dair istatistikler yazıyor. Aşağı iniyorsunuz, birkaç paragrafta bir başllık gibi atılmış olan "Falanca hastalığa kesin çözüm!" yazısını görüyorsunuz. Ekranda aşağıya doğru iniyorsunuz da iniyorsunuz. Ama o hastalığın çözümüne dair bir kelime bile yok. Sadece ilgi çekmek ve sizin gibi bir sürü insanın o habere tıklaması için o şekilde başlık atmışlar.

1990'lı yıllarda özel televizyon kanallarının çıkmasıyla başlayan "reyting" saçmalığının internet versiyonu bu hareketler.

Ambalajlı başlıklar, janjanlı tanıtımlar, bol reklam ama tırt içerik...

Benim bir internet sitem var, kendi alanında sayılı tematik sitelerden biri (akvaryum hobisiyle ilgili bir forum sitesi idi). İçindeki bilgiler her kitapta bulunabilecek türden bilgiler değildi. Ansiklopedi gibi bir site idi. Ama bu SEO olayını hiç sallamadığım için günlük ziyaretçi sayısı az idi. İçeriği son derece zengin ve özgün olan on küsür yıllık siteme günde yüz kişi giriyorken, bir başka herifin iki günlük sitesine (ki kopyala/yapıştır ile hazırlanmış bir siteye) sırf SEO kodlarını çaktılar diye günde binlerce kişi giriyor.

SEO dedikleri işte böyle rezil bir durum.

İnternetin geldiği nokta işte bu.

Koskocaman bir bok çukuru!